Çocukluk yazlarını, sahil kasabalarında geçiren insanlar şanslıdır. Denizin yakınlığının verdiği huzur, az katlı binalar ve hep bir tatil havasında hissettirir. Diğer yandan ise insanı kucaklayan çam ağaçları ve zeytinlikler... Çocukken her şey daha güzel, daha alımlı görünür göze. Güneşin batışını izlerken; arkadaşlarla deniz kenarından toplanan taşları denizde kaydırarak yarıştırmak ve bisikletlerle yapılan, orman yollarındaki keşif gezileri hepsi birer efsanevi anıdır aslında.
Orman yollarının tozlu topraklı engebeli arazilerinde, yamuk yumuk sürülen bisikletlerle yapılan o doyulması zor keşif gezileri... Kasabaya süt getiren amcanın, yol üzerindeki mütevazi ufaklıktaki çiftlik evi ve muazzam güzellikteki atı "Ateş". Tüyleri güneşte ışıldardı Ateş' in çok iri, sağlıklı, kaslı bir attı. Sütçü amca buz gibi ayran ikram ederdi bizlere ve Ateş ile övünerek, annesinin bir İngiliz yarış atı olduğunu söylerdi. Ama malesef babası safkan olmadğı için de Ateş yarış atı olamamış, hayatı boyunca muhtemelen yük ve sütlerin bulunduğu arabayı taşımıştı.
Sütçü amcanın birde köpeği vardı. İri siyah beyaz, kısa tüylü bir köpek. Bizim peşimizden koşarak, yolun yarısına kadar bize yol arkadaşlığı yapar, kendi bölgesi bitince, bir kaç havlayıştan sonra boynu bükük geri dönerdi.
Arkadaşlarla hazırlanıp gidilen tatlı piknikler, çocukça muhabbetlerde cabasıydı. Şimdiki çocukluk oyunlarından daha yaratıcı olarak oynanan, teknolojinin tuzağına düşmemiş ilginç fikirlerde vardı tabii.
Akşamları evlerin etrafında oynanan saklambaç oyunları, en eğlenceli klasiklerden biriydi. Bahçe duvarından sarkan asmaların yere uzanıp, içinde çadır gibi boşluk oluşturduğu bir köşe vardı ki; en gözde saklanma yerlerindendi. Sitedeki evlerin arka taraflarında dolaşılıp, uygulanmaya çalışılan şaşırtmaca taktiklerimiz vardı.
En sevdiğim ise; sitenin en uç arka bölümündeki çim alanda sırtımı duvara dayayıp oturarak, gökyüzünü izlemekti oyun esnasında. O kısacık zaman diliminde; dolunay ve etrafında muhafızları gibi duran yıldızlar, kimbilir neler fısıldarlardı bana. Siyah bir kadifenin üzerine gelişi güzel saçılmış bir avuç elmas gibi parıldar, kendi aralarında yanıp sönerek şakalaşırlardı adeta. Bunlara dalıp gitmişken kim oyunda ebe olmuş, kim sobelemiş pekte umursamazdım açıkçası. Biraz hayalci yanım, biraz da dizginlenemez macera tutkum vardı sonuçta.
Yazın bir diğer olmazsa olmazı da dondurmalardı. Hiç unutmuyorum iki tane, çift çubuklu birbirine yapışık turuncu, pembe renklerde ikiz buzlu dondurmalar vardı. Onlardan iki arkadaş bir tane alır; paketten çıkan siyam ikizi dondurmayı cerrah titizliğiyle ayırır, iki tane ayrı dondurma elde edip yiyerek kar etmiş olmanın çocukça mutluluğuyla sevinirdik. Çocuklukta muazzamdır sahil kasabaları. Deniz kenarında büyüyen çocuklar imkânı yok, ilerde denizsiz şehirlerde mutlu olamazlar. Kah martı sesi ararlar yakınlarda, kah denizin tuzlu kokusunu.
Sonraları o çocuklar büyüyüp; o sahil kasabaları kötü kalpli müteahhitlerin hedef tahtası haline gelerek, betonarme yapılara kurban gitse de oralarda bir yerlerde bırakılan o çocukluklar, o efsanevi anılarda hala yaşıyor olacak ve kimbilir deniz kenarlarında gün batarken o tatlı gülüşleri hala duyulacak...
Çocukluğunu özleyen herekese kucak dolusu selam olsun...
Fotoğraflar: Melike Eroğlu
herkes çocukluğunu özler...
YanıtlaSil