29 Eylül 2014 Pazartesi

Pizza Emirgan

 
    Genelde konusu Amerika' da geçen, kaçmalı kovalamacalı aksiyon filmlerini izlerken, kaçan kişi hani bir restorana ya da fast foodçuya dalar sonra dolap gibi görünen kapıyı açar aşağıda bambaşka bir dünya tamamen alakasız bir bar ortamı çıkar ya işte İstanbul' a da bir benzeri açıldı.
   Tabi genelde Amerika' da olan bu tarz mekanlar yasa dışı olur, bizimkisi yasal fakat dışarıya kapalı.
    Emirgandaki son zamanların en popüler mekanlarından biri olan La Boom' a rakip olarak gelen Pizza Emirgan çok farklı, çok değişik konseptli bir mekan. Çok lezzetli pizzaları olan, Pizza Emirgan dışarıdan bakıldığında tabelası olmayan kırmızı boyalı 3-4 masalı bir pizzacı görünümünde.
    Menüsünde odun ateşinde pişen 25 lezzetli pizza seçeneği bulunuyor.
   Mekan son derece işinde uzman ve farklı lezzetleri, sade ama sıcak ambiyansıyla, gayet hoş bir yer. Fiyatlar tabii biraz normalin üzerinde. 30 TL ile 50TL arasında pizza fiyatları bulunmakta etli house salatası var bu da 28 TL gibi bir fiyatta sunuluyor.
    Pizza Emirganın diğer ilginç özelliği ise içecek dolabının arkasından girilen bir barı olması. Mekan sahibi eşi dostu ve tanıdıkları ile eğlenebilsin diye arka tarafa bar yapıp, dükkandan geçiş sağlamış. Malesef burası dışarıya kapalı. Kendilerine özel şirin bir bar yapmışlar arada şarkı söylemek için ünlü isimlerde geliyormuş.
    İsterseniz tatlı olarak da 14 TL ye  nutellalı pizza ve 15 TL ye kare bir dilim tramisu yiyebilirsiniz.







26 Eylül 2014 Cuma

Şili ' nin Çok Şirin Bir Liman Kasabası: Valparaiso


    Bu sevimli kasaba başkent Santiago' ya 120 km uzaklıkta. Başkentten yola çıkıp kasabaya doğru giderken  yol, dünyaca ünlü Şili şaraplarının üretildiği Casablanca vadisinden geçmekte. Burada isterseniz giderken ya da dönerken uğrayıp bu ünlü şaraplardan tadın ve satın alın.
    Yolculukta bağları ve doğayı seyrederken 1,5 saat içinde Valparaiso' ya varacaksınız. Güney Pasifik' in 1800 lerdeki en büyük limanı bu kasabada bulunmakta ve kasaba ise, yamaçlar üzerine kurulmuş bambaşka bir yapıda. Kendinizi evinizde gibi hissedeceğiniz bu şirin kasaba, Unesco Dünya Mirası listesinde bulunmakta.
    Che Guevera' nın sevdiği şairlerden biri olan ünlü Pablo Neruda' nın evi, La Sebastiana' yı ziyaret edin. Şehir yukarı doğru kurulduğu için 4 güzel asansör sizi manzaraya çıkartmak için eşlik edecek.  Şehrin en renkli bölgelerinden biri olan Bella Vista' ya çıkmak için asansör Espiritu Santo' yu kullanmanız gerekiyor. Lizbon' da da benzerleri olan bu asansörler, yamaçlara çıkmak için çok kullanışlı ve ayrıca ucuz ulaşım araçlardan biri. Vista Bella rengarenk evleri grafitili, dar, dolambaçlı sokaklarıyla size görsel şölen sunmaya hazır.
    2010' daki 8,8 lik yaklaşık 3 dakika süren depremle sarsılan şehir, ardından tsunami felaketine maruz kaldığı için yüzlerce kişi hayatını kaybetmişti. Deprem kuşağında bulunan Şili için bu son depremde olmayacak gibi duruyor, ama umarız ki uzun zamanlar boyunca bir daha böyle bir şey yaşanmaz.
    Valparaiso' ya karadan 10 dakikalık uzaklıkta Vina Del Mar bulunuyor. 1906' da 8,2 lik bir depremle Valparaiso yerle bir olunca, zengin kesim buraya yerleşmiş. Şık saray benzeri, Fransız tarzı bahçeli evler buranın mimari yapısını oluşturuyor. Muhteşem plajları ve bağları olan Vina Del Mar kelime olarak "deniz kıyısındaki üzüm bağları" anlamına geliyor. Masmavi bir okyanusun taçlandırdığı upuzun kumsal, turistler ve sörfçülerle muazzam bir yer burası. Şili' nin lezzetli kokteyli; Pisco Sour' u mutlaka deneyin. Bella Vista sokaklarını haritadan bularak değil, kendiniz keşfederek gezin. Deniz ürünü seviyorsanız leziz ve uygun fiyata bulmanız mümkün.
    Vina Del Mara' nın güzel kumsalında yürüyüş yapın, okyanusta yüzün, güneşlenin; sonra okyanus kıyısında kumsalda oturun ve gün batarken Pablo Neruda' nın " yavaş yavaş ölürler seyahat etmeyenler/ yavaş yavaş ölürler okumayanlar, müzik dinlemeyenler... " dizeleriyle başlayan şiirini okuyun...
 

Uzak Şehirler _1. Bölüm_


    Günlerden sonra ilk kez hiç gitmediğim bir şehri özlüyorum. Gecelerimin ne denli çılgın olduğunu ve insanların ne denli yabancılaştığını umursamadan...
    Gözümü her yumduğumda martıların seslerini duyuyorum, denizin çok yakında olduğunu hayal ederek.
Birini sevmeye her başlayışımda, belki de seni hatırlıyorum ya da yüreğime haksızlık yapıp yalan söylemiş gibi hissediyorum. Yalnızlığın kadim dostluğunun acı vermediği zamanları özlüyorum, her nefes alışımda. Sessiz çığlıklarla isyan ediyorum dünyaya ve hayata. Sonra hiçbirşey olmamış gibi yaşamaya çalışıyorum, kalabalıklara karışıyorum. Ne acı...
    İsteklerimi her düşündüğümde ne kadar boş ve değersiz şeyler olduklarını fark ediyorum. Hiç gitmediğim o şehirdeki, bir ihtimalle beni düşünmeyen o insanı düşünerek.
Dolunayın olduğu geceler özgürlüğe bir adım daha yaklaştığımı duyumsamak sevindiriyor beni. Ama bu şehir hep zincirlerimi anımsatıyor bana. Sokaklar kale surları misali, geçit vermiyor adeta. Ve sadece susuyorum, göz yaşlarımı yüreğimin çok derinlerine akıtarak.
    Kalbimin derinliklerinde oluşan o kutsal havzaya daima yenilerini ekliyorum. Yenilgiyi küçümseyerek ve son bir gayretle güçlü görünmeye çalışarak. Yorgunluktan yaşayasım gelmesede bazen anımsadığım o anıları düşünerek, bir köşesinden hayata tutunuyorum.
    Çok uzaklara gitmek isteyişimin nacize sözleri bunlar. Bunlar, hayallerin inşaasını sağlayan temelin parçaları. Her yeni günle, herkesin hikayesi baştan yazılır. Ve her biten gün, aslında biraz pişmanlıktır, yarım kalan her şey için...
    Hiç yaşayamacağım şeyleri özlüyorum daha önce yaşamışçasına. Ve isyan edemesemde yaşadıklarım çok yavan kalıyor bazen. İlk kez hiç gitmediğim bir şehri özlüyorum...



25 Eylül 2014 Perşembe

Avusturya' daki Yeşil Göle Buyrun...

 
    Tragoess gölü Avusturya' nın yeşil gölü. Yaz aylarında, yeşil gölün sularına dalarak kendinizi su altı parkında gezinirken bulabilirsiniz. Burası çok ilginç bir şekilde kışın park olarak kullanılıyor. İnsanlar yürüyüş yapıyor, banklarda oturuyor, köprülerden geçiyor. Çünkü; bu göl karlarla kaplı Hochschwab dağlarının eteklerinde bulunuyor.
    Kışın kuru olan alan, bahar yaklaştıkça eriyen karların aşağı havzaya akması sonucu, su seviyesinin yükselmesiyle göle dönüşüyor. Kışın su seviyesi 1- 2  metre civarında iken yazın 10 metreleri buluyor. Ve dünyanın her yerinden bu zümrüt yeşili gölü görmek isteyen dalgıçları ziyaret için kendine çekiyor. Sular Temmuz ayı sonunda çekilene kadar gelip, bu nadir doğa olayına tanıklık edebilirsiniz.
   Kendinizi suyun altında bu parkta gezinirken hayal edin. Suyun dinginliği, sessizliği eşliğinde suyun altındaki çimenler, banklar, ağaçlar ne kadar mükemmel görünüyor.

Canlı Görmek isteyenler için bu da videosu...

24 Eylül 2014 Çarşamba

Gerçek Özgürlük...

 

    Kaç kayboluş geçer esaret dolu bir bedenden. Bir ruh tarifi mümkünsüz kaç acıya ev sahipliği yapabilir ki? Güneşi teninde hissedememek ve artık loş sokaklara gölgenin düşememesi gibi zor kayboluşlar bahşeder esaret... Oysa denizin kokusunu ruhunda hissedebilmek ve tüm yalnız şehirleri belki de ruhunla görmen gerek.
    Sokaklar aynı, üzerinde eskimiş, paslanmış anıların asılı kaldığı sokaklar. Yaşanmışlıkların üzerine, sigara dumanı gibi sinmiş kasabalar hala aynı. Değişen bir tek üzerindeki ölümlü bedenler... Ve belkide esarete yenik düşmüş ruhlar...
    Bunalımlarını derin mezarlara gömsen, üzerlerinde ateş kırmızısı zambaklar yetişse; toprağın altındaki bedeni unutturabilir mi? Ya çektiği acıları ya mecbur kaldığı esareti?
    Herkesin içinde anlık özlemler, anlık isyanlar var zaman zaman neye karşı olduğunu bile bilmediği. Kabusların çıkarsız duygularına tutunmak istediğinde, insanların içlerindeki uzaklık gözlerini kamaştırıyor. İçlerindeki ufuk çizgisinin, yüreklerini yakan bir kızıllığı ve gecikmiş umutları var.
   Hayatı en çok esaret altındakiler sorgular. En güzel günlerin anıları, onların mahkum zihinlerindedir. En güzel şiirleri onlar yazar ve yaptıkları resimler gördüklerinin çok ötesindedir. Onların esareti somut parmaklıklar ardındadır sadece, çünkü ruhları, hiçkimsenin olamayacağı kadar özgürdür. Kabullenmişliğin mağrur yollarında son enerjileriyle umutlanmayı görev bilmişlerdir kendilerine. Onların gidilecek nice istasyonları, yetişmesi gereken uçakları yok. Belki sadece küçük bir bahçeleri ve küflü bankları var. Özgür insanların yüreklerindeki uçurumlara karşın, onların umut etmeyi bırakmadığı sıcacık yürekleri var. İşte budur gerçek özgürlük...

Gizli Cennet Akyaka...




    İngiliz Times gazetesinin Türkiye' nin gizli cennetleri arasında gösterdiği, Akyaka' yı biraz tanıyalım istedim. Fotoğraflarına bakınca bile içimiz gidiyor muhteşem bir yer. Hem kafa dinlemelik, hem yüzmelik doğa ile dost bir yer burası.
    Akyaka, Muğla ilimizin güzide ilçelerinden biri. Kendine özgü Muğla-Ula evlerinin bir yansıması olarak oluşturulmuş, harika mimarideki villa tipi evlere sahip. Yıl boyu turist ziyareti olan bu yerde dostuk, misafirperverlik eşliğinde organik gıdalarla doğal bir tatil geçirebilmeniz mümkün. Konaklama da hiç sıkıntınız olmasın; otellerden, pansiyonlara ve apartlara geniş bir yelpazede 53 adet kadar konaklama yeri sunuyor belde size. Buranın en güzel yanı dinlenmenin yanında, çok çeşitli sportif aktiviteleri yapabilecek olmanız.
    Otantik yapıdaki Azmak Nehri kenarı; balık restoranları, yürüyüş parkurları, orman piknik alanları, deniz sporlar, treking alanları, tarihi ziyaret yerleri, kuş gözlem evi, Gökova körfezi turları, Sedir Adası, Kleopatra plajı sizilere son derece naturel bir tatil sunacak orası kesin.
    Akyaka koyu motorlu su sporlarına kapalı olduğu için de Mayıs ile Kasım ayları arasında, her seviyeden sörfçülerin uğrak yerlerinden biri haline gelmiş. Sörfe yeni başlayacaklar için koyun kapalı kısmı da son derece güvenli. Bu 3 km' lik sığ ve kum sahilde 6 ay boyunca batıdan sahile esen rüzgar eşliğinde, uçurtma sörfü yapabilme olanağınızda var. Akyaka bu konuda dünya standartlarında koşullar sunmakta; Kitesurf okulu bu sporu öğrenmek isteyenlere tüm imkanları sunuyor.
    Bisiklet ile de gezebileceğiniz Gökova' nın köylerinden, yokuşsuz rahat bir parkur ile Sakar' ın zirvesinden, Gökova' nın tukuaz sularına doğru mükemmel manzara eşliğinde iniş gerçekleştirebilirsiniz. Bu spora gönül verenler için; Bodrum -Datça- Akyaka üçgeninde haftalık turlarda düzenlenmekte.
  Kaya tırmanışı için, Çınar plajının üst tarafında yer alan kayalıklar 7 rotasıyla yeni başlayanlar ve kendini geliştirip harika bir manzara eşliğinde tırmanmanın keyfine varmak isteyenler için çok uygun. Malzemeler ise Gökova Rüzgar tarafından karşılanmakta.
    Burada yapabileceğiniz sporlar, geziler saymakla bitmiyor. Bunlar dışında, yamaç paraşütü ile adrenalinizi tetikleyip, rafting ile de perçinleyebilirsiniz. Yelken okulunda eğitim alıp günübirlik turlara katılabilir, Forest Parkta binicilik yapabilirsiniz. Toparlar kanyonun da 6 kmlik parkurunda kanyon geçişinde yüzmek, yürümek, şelalerden atlayıp, iple iniş yapmakta cabası
     Ben bu kadar etkinliğe gelemem diyorsanız, Sedir Adası' ndaki Kleopatra plajınının muhteşem kumunda güneşlenip denizinde serinleyebilirsiniz...

 

23 Eylül 2014 Salı

Aşkın, Tarihin ve Galibiyetlerin Kenti: Çanakkale

 

    Aşk karmaşası büyük bir labirent ve sanki ulusal bir sorundur. Yıllardır çözülememiş ismine ruhun psikolojik hastalanması, aklın mantığa değil duygulara göre hareket etmesi v.s. şeyler denilmişdir. Günümüzde hala çözülememiştir aşkın gizemi. Hala insanları fikir ayrılıklarına götürür, iyi midir? kötü müdür? diye.
    Aşk ulusal bir sorundur çünkü yıllardır devletleri, uygarlıkları bile birbirine düşürmüş sırf bunun için savaşlar başlamıştır. Sonuncunda hiçkimsenin mutlu olmadığı yıkımlar, ölümler, kaybedişler hep sadece iki insanın birbirine duyduğu o yoğun duygular yüzünden olmuştur.
    Bunun en güzel örneklerinden biri Truvalı Helen hikayesidir kuşkusuz. Kızcağızın belki suçu yok fakat, sırf aşkı yüzünden uygarlığın ayağına kadar büyük ordular getirmiş, savaş başlatmış. Fakat belki tarihte Helen ve Paris' in aşkı olmasaydı; günümüzde tarihi ikon haline gelen Truva atı olmayacak ve Çanakkale' nin bu yöndeki turistik yapısı çok farklı bir durumda olacaktı.
    Hemen konuyu Çanakkale' ye bağlayıp biraz hakkında yazmak istiyorum. Çanakkale' yi anlatabileceğim çok süslü kelimelerim var fakat bence, inadına sadelikle anlatılmalı bu şehir. Çünkü her yanından bir düzen ve sadeliğe olan uyumla, aşırı gösterişten ölesiye kaçınan bir yer sanki. Düzenli, temiz, ve nüfusun kalabalık olmayışının verdiği o ferahlık belkide bunları hissettiren. Çanakkale göç almayı sevmeyen, yerli halkıyla bu ideallerini çok güzel koruyabilen bir yer konumunda. Ve bunun ne kadar önemli olduğunu, şehri gezdiğinizde anlıyorsunuz. Sanki herkeste birbirini tanıyormuş gibi bir ahbaplık duygusu var. Güler yüzlü, sıcak kanlı halkı, sizde tekrar gelirim izlenimi uyandırıyor.
   Şüphesiz ki Çanakkale' ye gidiyorsan gezilecek tarihi mekanlar önemli bir yer kaplıyor. Öncelikle Truva Filminde söz konusu olan Truva Atı hala sergilenmekte fakat bir yandan da  gün be gün çürümekte, bakalım daha ne kadar dayanabilecek. Truva antik kentinin girişinde de bir at figürü bulunmakta. Bildiğiniz gibi 10 yıl süren Truva savaşında zeki Odyseus surları aşıp, şehrin içine gizlice sızmak için bu atı yaptırıyor. Truva antik kentine, Çanakkale' ye 30 dakika yolculukla ulaşmanız mümkün. Bir çok seyahat acentesi buranın ören yeri olmadığını belirtip, özel uzmanlar eşliğinde geziler, turlar düzenliyorlar. İsterseniz tek başınıza da gezebilirsiniz tabiki. Çanakkale' ye 90 km uzaklıktaki ismine Behramkale' de denilen Assos kentine uğramadan da gitmeyin derim zira burası, Aristo' nun ilk felsefe okulunu kurduğu yer olarak biliniyor. Kaldı ki; eski antrepolardan restore edilerek butik haline getirilmiş ve balık lokantaları ile çevrelenmiş Assos' ta, bir kaç gece konaklamalısınız.
   Diğer bir gezmeniz gereken tarihi bölge ise tabiki, Gelibolu yarımadası. I. Dünya Savaşı' nda hayatını kaybeden 500.000 askerimizin anısına bu ada, günümüzde milli park haline getirilmiştir. Ayrıca park etrafında arabayla dolaşacak olursanız da; bozulmamış kıyı ormanları, yeşil tepeler, altın renkli kumsalların ve masmavi denizin huzur verici atmosferin cesurca savaşarak şehir düşmüş olan şehitlerimize mükemmel bir dinlengah sağladığına tanık olacaksınız. Tarih ve doğa meraklıları iyi gezmeler...





22 Eylül 2014 Pazartesi

Türkiye' de Yaz Tatili İçin Nereleri Tercih Ederiz

 
    Yazın son anlarındayız. Yine kış mevsimi kapımızı çalacak ve bakalım bu yılki kışta; karlı, yağmurlu, yoksa çok soğuk mu geçecek göreceğiz. Bu yazın son günlerinde, yıllık izinleri sonlara kalmış ve tatile gitmek isteyen kişiler için bu yazımı yazıyorum.
    Bu mevsimde nerelere gidebilir, gezebilirsiniz fikir vereyim biraz. Spesifik olarak deniz, kum, güneş, üçlüsünü ele alarak tatil örnekleri vereceğim. Çünkü kış tatilleri için, bence henüz erken biraz daha yazın tadını çıkartmak şart. Türkiye gezmek görmek ve tatilinizi geçirmek için çok güzel şehirlere, kıyılara sahip bir ülke. Hiç uzaklarda mutluluk arayıp; pasaportla, vize ile uğraşmanıza, turlarla bir o yana, bir bu yana koşturmanıza gerek yok. Elbet yurtdışıda görülmeli, gitmeyin demiyorum fakat; bence önce kendi güzel ülkemizi gezelim, buralara doyalım istiyorum.
    Hem deniz, kum, güneş olsun,  hem de ben biraz tarih meraklısıyım diyorsanız ilk seçeneklerinizden biri: Marmaris olmalı. Denizi sıcak, tekne turları ile Dalyan' a gidip renkli bir gün geçirebilirsiniz ve Kleopatra adasını gezebilirsiniz...
    Fethiye, zaten başlı başına tercih edilen mekanlardan. Tatilimde biraz da aksiyon istiyorum diyenler için, çok güzel mekanlara sahip bir yer. Ölüdeniz' i ve butik otelleriyle beraber. Kampingler de farklı dostluklar kurup, yamaç paraşütü yaparak heyecanınızı kat kat arttırabilirsiniz. Tarihi gezilecek yerler de cabası. Şüphesiz biraz yorulabilirsiniz, fakat unutlmaz olacağı da kesin.
    Bodrum' u seçerseniz barlar sokağı, gece cıvıl cıvıl çarşısı, Bitez kumsalı, Bodrum Kale' si ve su altı arkeoloji müzesi gezip görebileceğiniz yerler arasında. Eğer tatile kendi arabanızla çıkmışsanız muhteşem Bodrum koylarını da gezme şansınız olacaktır.
    Didim ve Kuşadası gibi tatil yerlerimiz, nispeten biraz daha yerli turistlerin uğrak noktaları arasındadır. Haziran ve Ağustos aylarında zaten ful olan otellere, Eylül - Ekim aylarında bile talep olacağından yerinizi gitmeden ayırtmanızda fayda var. Didim' de mükemmel denizi ve plajı ile Altınkum' u tercih edebilirsiniz. Bu deniz o kadar sığ ki; içinde yürürken yorulabilirsiniz fakat, çocuğu olan aileler için boğulma tehlikesi çok düşük olduğundan, tercih oranı yüksek bir yer. 
    Türk kültürünün tarihten esintilerle sentezlendiği yer Antalya ise, yine en çok talep gören tatil merkezlerimizden. O kadar güzel bir şehir ki; orada yaşayanlar 12 ay boyunca kendilerini tatilde hissediyor olabilirler. Çünkü; falezler üzerine kurulmuş bu güzel şehir, çok canlı, çok renkli. Diğer şehirlerin metropol sıkıcılığı ve griliğinden yoksun, insanın kanını ısıtan bir yer. Dilerseniz tatil için tercih edebileceğiniz çok güzel ilçeleri de var. Alanya, Kaş, Manavgat; Kemer, Antalya' nın tatil için ünlü ilçeleri arasında.
    Daha sakin yerler istiyorsanız Ayvalık' ı önerebilirim. Sarımsaklı plajı, şeytan tepesi ve adaları ile Balıkesir' in en güzel ilçelerinden birisi Ayvalık. Doğası muazzam, yemyeşil bir güzellikte. Denizi biraz soğuk bunu söylemeden geçemeyeceğim. Fakat, gezerim şeytan tepesine çıkar, manzaraya karşı çayımı içer, ayvalık tostumu yerim derseniz ozaman buyrun Ayvalık' a.
    Bu kısa tatil tavsiyeleri ile umarım kafanızda birşeyler canlandırmış ve yardımcı olmuşumdur. Tatillerinizin çok güzel geçmesini diliyorum...






20 Eylül 2014 Cumartesi

Davutlar - Güzelçamlı - Kuşadası



    Kuşadasına çok yakın bir ilçe olan Davutlar ile 12 yıl önce tanışmıştık. Ayak bastığımın ilk anları, büyük bir sempatiklikle bağrına basmıştı bizi. O an orada bulduğum huzuru ve mutluluğu, ilerki yıllarda gidişimde dozu daha da azalmış olarak yaşadım fakat, atmosferini hep sevmişimdir. Geçen yılların üzerime yüklediği farklı yaşanmışlıklar, bakış açımda sapmalara da neden olmuş olabilir.
    Konakladığımız yer, tanıdık aracılığıyla bulunmuş ufak ama sevimli bir oteldi. Zaten o civardaki çoğu otel, o dönem o şekildeydi. Şimdi sevgi plajı boyunca, lüks otellere rastlanıyor. Minicik bir meydanı vardı davutların. Köşede hem lokma tatlısı yapan, hem de kebabın çeşitleri ile araya pizza bile sıkıştırabilen bir restoran bulunuyordu. Yanında açık tezgahlarda, çeşitli gümüş takılar satan bir kaç dükkan, karşı köşesinde kapalı ufak bir dükkanda değişik tarzlarda hediyelik eşyalar, renk renk biblolar satan bayan ve meydanın ortasındaki doktor kabini -ki genelde doktoru pek görmüşlüğüm yoktu- bulunuyordu. Ama gözlemeciler hem pratik, hem lezzetli bir de en ucuzuydu sanırım. Meydandan denize giden yolun iki yanında büyük palmiye ağaçları uzanıyordu. Palmiye ağaçlarına her zaman inanılmaz bir ilgim olmuştur. Yani bence mezarlıklara bile palmiye eksek; o kasvetli hava dağılır, ziyarete gelenlerin içi sanki biraz daha ferahlar gibi geliyor bana...
    Davutların plajı çok uzun, Güzel Çamlı' ya doğru uzanıyor. Yıllardır genelde mavi bayraklı plaj seçiliyor. Ama şu denizin dalgasıyla gelen ince, uzun siyah yosun yaprakları olmasa. Kıyıda birikip minik tepecikler oluşturacak kadar fazlalar. Onlara baktığınızda eski müzik kasetlerinin içindeki o ince filmler çıkarılıp, sanki kıyıda yığınlar oluşturulmuş gibi hissedebilirsiniz.
    Denizi orta serinlikte kum ve genelde dalgalı olurdu. Kum plaj enine de genişti. Orsen sitesine ait etrafı ağaçlarla, şimşirlerle çevrili zemini orjinal çim, büyükçene bir bahçe cafe, bar hizmeti veriyordu. Eski filmlerdeki gibi aydınlatma; masalardaki mumlar, kenarlarda yerlerde duran küplerin içindeki lambalar ve yukarıdan çamaşır ipi gibi gerilmiş kablolardan sarkan hasırdan lambaların loş ışıklarıyla sağlanıyordu. Ambiyans görülmeye değerdi. Köşede ufak loş sahnede; gitar eşliğinde bayan solistin güzel sesiyle sunulan, canlı müzikte tuzu biberi oluyordu. Bu kısım gençlere ait taraftı. Bu bahçeden görülmeyen arka tarafında kalan, beyaz mermerli çay bahçesi benzeri yerde genelde yaşça emekliliğine ulaşmış aynı yaşlardaki bay ve bayanlara briç, okey gibi oyunlarla yazlık muhabbetleri sunuyordu. Her yıl gelen yazlıkçılar ve onların tatlı muhabbetleri, güler yüzleri hala hafızamdadır. Böyle küçük yerlerde insanların birbirlerine karşı, bu denli sıcak kanlı davranışları beni çok mutlu ediyor, sanki dünyada daha az kötülüğün olduğuna inanmaya başlar gibi oluyorum.
    Davutlara yolunuz düşerse, bir gecenizi bu sevimli kasabada geçirmeye çalışın. Kabul ediyorum, burası bir yazlıkçı kasabası fakat yeşil bahçeli 2-3 katlı panjurlu villaların, şimşirli labirentimsi yollarında dolanırken denizden gelen esintiyle birlikte huzurlu ve dingin hissetmemeniz elde değil... Son olarak da burada güneş denizden battığı için, izlemesi büyük keyif veren bir renk cümbüşü oluyor benden söylemesi...







Vazgeçilen Hayaller...


    Güvenebileceğin belli insanlar vardır bu hayatta. Onlar, vazgeçilmezlerin olmuştur belki de "sonsuzluğum" diye tasfir edersin onları. Hayattaki tüm hayallerin, ideallerin onlar için sabun köpüğü olarak kalmış, gerçekleşememiştir...
    Ama yine de mutluyum diyebilmişsindir her şeye rağmen. Sorgusuz, sualsiz ve en önemlisi koşulsuz benimsemişsindir onları. Onlarsız bir hayat, hayal edemeyeli sanki asırlar olmuştur. Kendini hatırlamıyorsundur daha öncesinde ve tanıyamıyorsundur. 
    Güven zor iştir. Tehlike sınıfı çok yüksektir mesela güvenin. Çünkü, çok ciddi sonuçlar doğurabilir. Yine de güçlü bir yapısı vardır insanoğlunun. En güçlü fırtınalara karşı bile, istikrarlı bir benliği vardır. Umursamaz, soğuk tavırlarını yumuşatan tek şey; sadece saf sevgidir. Ama bunun için tüm hayallerinden vazgeçtiğinde, sağlam bir duruş istersin karşında ve zaten bu en doğal hakkındır aslında...
    Bu çok zor bizim toplumumuzda, çoğu kişi sadece mecbur olduğu için seviyor gibi görünüyor birbirlerini, belki biraz da alışkanlık. Saygı sınırları deniz seviyesinin altında yaşamaya çalışan, belki milyonlar var dışarıda bir yerlerde. Hayattan aldıkları tat; biraz tuzlu, biraz hüzünlü... Kendini duygulara karşı kapatmış robotsal hareketlerle, günlük devinimler arasında ismine _yaşam_ dediği olguyu inadına sürdürüyorlar. Ne yazık... Yazık ki bir çoğusu buna inanılmaz zorlanıyor, hırpalanıyor.
    Sonra aynaya bakıyorsun ve aslında şanslı olduğunu görüyorsun. Hayallerinin o kadar da önemli olmadığını hissediyorsun çünkü, sen belki o milyonların hayalini yaşıyorsun farkında olmadan. Esaret karşısında, hayallerin ne kadar önemsiz şeyler olduğunu anlayıp, mutlu oluyorsun. Başkalarının hüznü, seni içindeki melankoliden bu şekilde kurtarıyor işte...

 

19 Eylül 2014 Cuma

İstanbul' a Karşı Muhteşem Bir Yemek

    Ve karşınızda Vogue; dünyadaki en ilginç restoranlar listesinde yerini alabilmiş, bir Türk restoranı. 1997 yılından bu yana dünya mutfağından çok özel lezzetleri, muhteşem bir İstanbul manzarası eşliğinde sunan eşsiz bir mekan. Açıldığı ilk andan beri popüleritesini korumuş ve hizmetini en iyi şekilde sürdürmüş bir yer Vogue.
    İstanbul' un keşmekeşinden sıyrılıp, enfes gece manzarasının rengarenk ışıkları karşısında, muhteşem anlar yaşatabiliyor insana. Akdeniz mutfağının birbirinden güzel lezzetlerini, çok geniş suşhi seçenekleriyle ve zengin şarap menüsüyle sunuyor misafirlerine. Rengarenk ve ilginç moleküler kokteyl menüsüne de göz atmadan geçmeyin derim. Her gün 12.00 ile 02.00 arası, hizmetleriden doyasıya faydanabilirsiniz. Gitmeden önce rezervasyon yaptırın, özellikle de hafta sonları. Ambiyansında klasik çizgileri tercih eden mekanın duvarlarını, Türk ressamların tabloları süslüyor.
   Mekan İstanbul' un merkezi yeri olan Beşiktaşta bulunuyor. İş yemeklerinde de tercih noktası haline gelmiş bu şık mekanda, brunch keyfide yapabilirsiniz. Abartı hiçbir şeye rastlayamazsınız burada. Her şey çok sade bir şıklıkta sunulmuş. Mekanda rahatlık ön planda olmakla beraber, beyaz tonlar atmosefere hakim. Fiyatlar haliyle biraz yüksek fakat; en azından özel günlerde tercih edip, boğazın sularından geçen gemiler ve Marmara' nın tatlı esintisi eşliğinde güzel anlar yaşayabilirsiniz...

Sessiz Serzenişler...


    Kâbusların karmaşasındaki içsel acıyım ben. Yitip giden çocuklukların, gün batımında balık tutamadığı çaresiz nehirim. Bulutların da ötesinde, dans eden hüzünlü meleklerin sessiz çığlıklarıyım. Beni göremezssiniz... Ben, dizleri yara bere içinde, eli yüzü kirli bir çocuğum. Karanlık gelecekle, bulanık geçmiş arasına sıkışmış, çocukluğunu şiddete teslim etmiş; yalnız bir çocuk...
    Bilinmezliğin ötesinde gizli bir "sır" ım. Hayata açıklanamayan, merak uyandıran ve kendine bile zarar veren bir -sır-...
    Uykudaki gecenin tek mirasçısıyım ben. Sabahın kanlı elini, ufuk çizgisine sürmesini; yas dolu gözlerle izleyen yorgun bir mirasçı.
    Dünya değişmeyecek, belki daha da yorularak, daha da kötüleşerek yalanlarla çürüyüp gidecek. Ama umutları yitip bitiren ustalıkla, rollerimizi oynayan bizler varız. Dünya değişmeyecek...
    Değişmeyen dünyada, hayatın içine sıkışıp kalmış günahkar ruzlarız bizler. Ben; bilinipte söylenmeye korkulan sözleri, yazan biriyim sadece. Gecenin sessizliğinde, umudun çaresiz bekleyişlerini duyan tek kişiyim... İmkansız çığlıklarla; bulutların ötesindeki meleklere haykırma cesaretini gösterip, onları daha da hüzünlendiren bir ölümlüyüm sadece.
    Belki martıların kanat çırpışları, belki de başak tarlalarını okşayan narin rüzgarım. Öfkelerine gem vurmayı başarmış ve kimi zaman içi nefretle dolmuş biriyim.
   Ben asi rüzgarların sözcüsü; gecenin tek mirasçısı, umutların içli ağıtlarını dinleyip hiç değişmeyecek bir dünya için hüzünlenen meleklere haykırıyorum... Sessiz ve kuzguni çığlıklarlar...

The Great Ocean Road - Büyük Okyanus Yolu - Australia



     Burası dünyanın gerçek üstü olan sahillerinden biri. O kadar güzel ki; insan bakmaya doyamıyor. İsminden de anlaşılacağı gibi büyük okyanus yolu. Fakat; ben şahsen manzarayı izelemekten bu yoldan geçemem, geçsem dahi olası kazalara da karışabilirim. The Great Ocean Road 243 kilometre uzunluğunda; Torquay şehrinden, Warrnambool şehrine uzanan bir yol, dünyanın en uzun yollarından biri niteliğinde.
   Tarihi değeri ise oldukça etkileyici. Bu yol, I. Dünya Savaşı' nda ölen askerler adına, II. Dünya Savaşı' ndan dönen askerler tarafından anıt olarak yapılmış. Yol, dünyanın en büyük savaş anıtı olarak kabul ediliyor ve 1919 - 1932 yılları arasında yapımı tamamlanmış. Kıyı boyunca değişen arazi ve Oniki Havari kalker yığını oluşumları dahil olmak üzere, birçok önemli noktalara erişim sağlayan sarmal bir yol. Bu yolda; bu tür yerlerde olabilecek çoğu coğrafi oluşumu görebilirsiniz, coğrafya dersi gibi mekan. Yol, 2011 de Avustralya Ulusal Miras Listesine eklenmiş. Turistik değeri çok yüksek olan bu yeri Avustralya' ya yolunuz düşerse mutlaka bu yolda yolculuk yapın, ama aracı siz kullanmayın :)
   Birbirinden güzel seyirlik fotoğraf ekledim doya doya bakın...


The Great Ocean Road, starts at Torquay and travels 243 kilometres to finish at Warrnambool the largest city along the road. Built by returned soldiers between 1919 - 1932 and dedicated to soldiers killed during World War I, the road is the world' s biggest war memorial. The road is very important tourist attraction in the region. The road was added to the Australlian National Heritage List in 2011...

18 Eylül 2014 Perşembe

Şehirler Sadece Bazen Yenidir...

   

 Bazen hayat kapkaralık bir yoldur; ve bu yolda sadece insanların hayatı heba olmaz, bazı zamanlar şehirlerde heba edilir, yenilik uğruna yok olur, görünümleri çarpıtılır ve gri betonlara teslim olurlar... Eski sahipleri baktığında tanıyamaz yaşadığı sokakları, doğduğu evi, ona hayat veren o şehri…
   İnsanlarla sokak kedileri, birbirlerine çok benzerler aslında. İnsanlarda genelde doğduğu mahalleyi, sokakları, terk etmek istemez uzaklara gitse de; yine doğduğu yerden bir ev almaya çalışırlar. Sokak kedileri de aynı sokakta; aynı muhitte yaşar, zamanı geldiğinde çıkmaz sokakların birinde, karanlıklar ardında göçüp giderler. Ayrıca iki ırkta, istikrarla nankördür. Hatta bazı insanların gururu, aptallık seviyesine ulaşacak kadar fazladır. İki ırka da iyilik yaparsınız ve sonunda, pençelere ve umulmaz peşkeş çekmelere maruz kalırsınız. Ama en azından kediler sevimlidir. İnsanların ise sevimli olduğu zamanlar, pek sınırlıdır...
    Grileşmiş şehirler, satıcıları için bulunmaz güzellikte dükkanlardır. O satıcılar; bunalımlı trafikten, sıkılmış ruhlara sahip insanlardan, hayallerine yenik düşüp kaderine razı olmuşlardan olağanüstü haz ederler. İnsanlara bir şekilde, yaptıkları yüksek konutları satmaları adına didinip dururlar ama sonunda inadına da kazanırlar. Fakat alıcılar ise; tüm benliklerinden, eski evlerinden, arsalarından vazgeçmiş, belki müstakil evlerini kentleşme adına feda ederek ve hatta tüm çocukluklarından, insanlıklarından, yeni saçma değerler uğruna vazgeçerek bu yüksek konutlara suçlu gibi teslim olumuşlardır... Kendi oluşumlarına aynı sokakta devam edebilmek üzere; acılarına sadece yeni kavramlar koyarak, dışı süslü yeni konutları beğenebileceklerdir... Çünkü onlar da malesef artık  bu yenilikçi dünyanın, maskotu olma yolunda ilk adımlarını atmışlardır.
   Bazen hayat çok karanlık bir yolun ikinci yarısı gibidir. Çalışırsın, çabalarsın, bir yerlere ait olduğuna dair iyimser hisler beslersin ve hayat artık senin rolünün bittiğini söyler. Çok karamsar yaklaşımlarla bakabiliyoruz bazen yaşama bu doğru... Ama bu sadece içinde bulunduğumuz durumun değiştirilemez baskısı. Ve belki de modern çağın şehirlerinin üzerimize yüklediği sözde yenilikçi yükleridir... Kimbilir...

Cunda' yı da Gezelimm


   İsmine Alibey adası da denilen, Ayvalık' a bağlı olan bu ada, irili ufaklı 22 adanın içinde yerleşime tek açık olanı. Alibey ismi, Kurtuluş savaşında Padişahın Yunanlılar' a "Teslim Olun" emrine karşı gelerek, silahlı mücadeleye başlayan ilk birliğin kumandanı, Yarbay Ali Çetinkaya' nın isminden geliyor. Yıllarca Rumlara ait olan adada şu an Türkler yaşasa da adanın yaşlıları, Rumcayı (Yunanca) biliyorlar. Adanın genel nüfusu 4000 civarı olsa da yazın bu sayı tursitlerle 20 000 e kadar çıkabiliyor.
   Gezdik, gördük çok hoş bir yer. Tabi; disko tarzı gece hayatı sevenlere, muhtemelen sıkıcı gelebilir. Yoksa, eğlence istiyorsanız burada çok farklı tatlar bulabilirsiniz... Akşam tavernelarda; Rum şarkıları eşliğinde rakı, balık sofraları kurulup, Yunanistan' a gitmeye gerek kalmadan o atmosferi ayağınıza getiren mekanlardan, ne kadar haz duyduğunuzu fark ettiğinizde, doğru yerde olduğunuzu anlayacaksınız. Lakin; gündüzleri sıcakta yürümek, biraz çekilmez olabiliyor bence, gezmek için akşam üzerini beklemek en ideali. Arnavut kaldırımlı dar sokaklar arasında, taş binaların tarihi ve hoş mimarisini seyre dalarak dolaşabilirsiniz.. 
  Sizde benim gibi güneşin batışını izlemeyi seviyorsanız; bir de Cunda' dan izleyin, gelin gibi süzülerek ufukta yok oluşunu ve yerini kızılın en güzel tonlarına bırakışını, keyfine doyamayacaksınız... Adanın deniz kenarı kısmında, restoranlar bulunuyor. Denize girmek için pek uygun değil çünkü, mini marina havasında. İç taraflara doğru eski Rum evleri; hem birbirinden çok farklı, hem de muteşem bir uyum içinde uzanıyorlar.
  Konaklamak için, bu birbirinden güzel Rum evlerinden birini seçeceksiniz. Çok fazla butik otel mevcut ve hepside sizi zaman yolculuğuna çekip, tarihi yaşatacak cinsten. İçlerinin dizaynları öyle doğal ve öyle çok yaşanmışlık barındırıyor ki. Dantel perdeler, halılar, duvarlar, tavanlar, hayran kaldığım o ahşap panjurlar, hepsi sanki birer kadim dostmuş gibi uyum içerisinde. İşletmecilerin çoğu Rum göçmeni ve sempatik insanlar bu yüzden, tarihe ve anılara meraklıysanız; siz sorun, onlar anlatsın farklı kültürün anılarını, yaşanmışlıklarını...
  Adayı gezdikçe, sürekli bir kilise çatısı çarpacak gözünüze. Yolu takip ettiğinizde, yukarı kısımlarda kiliseyi bulacaksınız. Restorasyon aşamalarından geçiyor, mimarisi resimlerdeki gibi çok hoş ve büyük bir yapı.
  Konaklama fiyatlarına gelecek olursak, genel olarak oda kahvaltı hizmet sunuluyor. Günlük konaklama
70 TL den başlayıp, 200 TL ye kadar çıkabilmekte. Daha sonralarda otel olarak yapılan yeni tesislerde mevcut. Sezonun biraz dışında gitmişseniz; pazarlık edip, fiyatları biraz daha aşağılara çekebilirsiniz. Bu muhteşem yerde; çok güzel anılar biriktirip, sevdiklerinizle çok eğlenmeniz dileğiyle...                                      

Fotoğraflar: Melike Eroğlu

17 Eylül 2014 Çarşamba

ONLAR...


    Onlar; kendilerince bir rüyalar krallığı kurar; sisler içinde hayallerden oluşturulmuş şatoları, düşten yapılma şövalyelerden orduları, ama inadına kabus gibi surları vardır.
     Düşman giremez onların krallığına ama  fark ederler ki; günden güne aslında, kendileri hapsolmuştur içeriye. Komünist rejimdeki bir ülkenin kendini dünyaya kapatması gibi,  onlar da kendilerini rüyalar krallıklarına hapsetmişlerdir.  Sadece kendi kendilerine; bazen kopuk benliklerinden, bazense yapayalnız bir köşede…
     Daha uzaklardaki düşler de sirayet eder bazen yüreklerine, ama pas vermeyip geçip giderler. Çünkü onlar; yalnızca kendi galibiyetlerinin peşinde koşan, bencil hükümdarlar gibi umursamazlar hiçbir şeyi.
     Zamanları çoktur onların;  beklemek için, yaşamak için, savaşmak için... Bol sandıkları zamanlarının bittiğini, kum saatindeki hoyrat kumlar söyler diye de gizli bir korku büyütürler içten içe. Fakat, devekuşu başını toprağa sokunca kimsenin kendisini görmediğini sanır  ya; onlar da zamanın nasıl geçtiğini görmezden gelip, belki bir gün durur ve onlara  bir seçenek tanır diye beklerler.
     Tüm bu rüyalar krallığı gerçek yaşamın ta kendisi aslında; onların kanlarının son damlasına kadar kalıp, mücadele etmeleri gereken yer "gerçek yaşam"...
     Kendilerini asla anlayamamış bu diyarı bırakıp gitmekte zor, hatta imkansızdır onlar için. Hırslarının zavallıca köleleri olmuş; anlatılan bir şeyi anlayabilmeleri için, parasal değerini duymaları gereken bir hale gelmişlerdir. Duygusuz, gösterişçi canavarlar yaşıyordur, o yüzlerindeki sevimli maskelerin altında. Kendilerine ait olan her şey için ölesiye gösterişçi, fakat birine makul bir yardım etme anında alabildiğine duygusuz...
     Burası gerçek yaşam: romanların, filmlerin, düşlerin ötesinde; yıkımların, açlıkların olduğu yer.
Dünyanın terazisi bozulduğu günden beri her şey dengesiz, her şey biraz eksik. Ve onlar daha da eksiltiyor... Bazılarının içinde yeşermeye çalışan duygu filizlerine, asit yağmurları yağdırıyor onlar. Sevgi dolu büyüyebilecek her şeyi nefret kırıntılarıyla besleyip; ninni yerine, nefret sözcükleriyle uyutuyorlar...
     Yalanlardan korksa bile yine de hayatını yalanlar üzerine kuran onların, sahte mutluluklarını;
ne olduğunu bilmediği için, karanlıktan ve ölümden korkmayan bir çocuğun cesurluğuna değişmem...

İlle de Doğayla Baş Başa Tatil İstiyorum Diyenlere...


    Bu yazımı, imkanı yok Faralya' dan başka yerde tatil yapmam ya da balayımı ille de o mükemmel çam ormanlarının arasında, masmavi denize bakarak geçireceğim diyenler için yazıyorum. Faralya mevkiinde hizmet veren birbirinden alımlı, dört konaklama yeri sunuyorum sizlere. Anlatıyorum, resimlerini ekliyorum karar sizin...

   İlk olarak Perdue Hotel ile başlayacağım izninizle. Saklı, gizli anlamına gelen ismi gibi, kendi de ormanların arasına gizlenmiş huzur barındıran apayrı bir mekan.

    Perdue' nün 11 tane odası var. Odalar; ahşap gövde üzerine çadırla şekil almış ve ahşap bir verandayla denize bakar konumda dizayn edilmiş.
Klima, spa, küvet her şey var. Belirtmeden geçemeyeceğim bazı müşteriler balkondaki jakuzide sıcak su olmamasından şikayetçi. Kendi bahçelerinde yetiştirdikleri sebzeleri müşterilerine sunuyorlar. Hotel lüks kategoride fakat beğenenler kadar hiç memnun kalmayanlarda yok değil. Çünkü herkesin zevkine hitap etmeyebilir. Sonuçta ödeyeceğiniz fiyat doğrultusunda; 7/24 ultra her şey dahil bir otel gibi istediğinizi bulamayabilirsiniz. Kötü yandanlarından biri de bu zaten otel oda kahvaltı hizmet sunuyor ve zaten Perdue' ye ulaşmak için sizi özel araç buraya getirdiği  ve şehre uzak olduğu içinde diğer yemek ihtiyaçlarınızı da otelde karşılamanız gerekiyor. Bunun yan etkisi tabiki maliyete yansıyor tahminen 2 kişi 5 gece konaklama oda, kahvaltı 4.450 TL civarında tutabilir.
Sıradaki otel biraz daha lüks sevenler için, ben çadırda kalamam ille de oda olmalı diyenler için geliyor. Ve rustik dizaynıyla karşınızda 8 odalı Lissiya Hotel; tepenin eteklerine kurulmuş müthiş manzarasıyla, misafirlerinin nefesini kesiyor. Otel sevindirici bir şekilde yarım pansiyon olarak hizmet veriyor. Hakkında çok olumlu yorum barındıran Lissiya Hotel odalarında tv, minibar, klima, wi-fi gibi hizmetler de sunmayı eksik etmiyor. Faralya otellerinin ortak noktası olan, bünyesinde organik bahçe bulundurup, konuklarına sunma geleneği bu otelde de devam etmekte. Güneşlenme terası ve bar  içeren resimdeki gibi büyük bir yüzme havuzu var. Yüzme havuzu bu noktada önemli çünkü, plaj otelden 1,5 km uzaklıkta kalıyor. Konukların geneli yemeklerden, resepsiyonun güler yüzlülüğünden memnun kalmış ve açıkçası şikayet yorumları neredeyse yok. Fiyatlara gelecek olursak yine 2 kişi 5 gece fiyatı 3.870 TL civarında tutabilir.
   Üçüncü konaklama yeri 5 odasıyla hizmet veren, Kabak Avalon Bungalows. Bu yazacağım son iki tatil mekanı, göreceksiniz ki bütçe olarak daha uygun gelecek... Bu konaklama evleri kahvaltı dahil hizmet veriyor. Odalar konforlu, tavanlar yüksek, camlar ise manzarayı seyre dalabilmek adına yere kadar. Klimalı olan odalar geniş olduğu için, oturma alanı oluşturmayada rahat rahat yer kalmış. Fethiye' ye 30 km Ölüdeniz plajina 15 km uzaklıkta. Kabak koyuna yürüyerek inmek en fazla 20 dakikanızı alabilir ama çıkış daha uzun sürecektir. Yemekler kimi konuklar tarafından çok beğenilmiş, bazı konuklar çok çeşit olmadığını söylüyor. Avalon' da kalanların memnun ayrılmasının bir nedeni de sahiplerinin sempatik Amerika' lılar olması. İşletme sahipleri Frank ve Val. Herkesin memnun kaldığı sıcak kanlılıkları ve ilgili davranışları, tüm konukların dillerinden düşürmedikleri izlenimler. Avalon' da bir de sonsuzluk havuzu bulunuyor. Frank ilerki yıllarda havuzu daha da büyüteceklerini söylüyor. Fiyatlara gelecek olursak, 2 kişi 5 gece tahminen 1.800 TL civarında kalabilirsiniz fakat bu fiyatın oda-kahvaltı olduğunu da unutmamak gerek...
   Son konaklama mekanı, Deep Ocean Camping. Yine denize yukarıdan bakıp, özgürlüğün tadını çıkatacaksınız. Plaja uzaklığı, tahminen 400 metre civarı ama sıcak ve engebeli araziyide katarsak nasıl karşılarsınız bilemiyorum. Tesisin kendi içinde havuzu da mevcut. Toplam 16 odası olan tesis; odalarında balkon, çay makinesi, internet var. Ağaç ev tadında olduğu için, doğayla iç içe olduğunuzu bir kez daha hissediyorsunuz. Çok lüks olması önemli değil derseniz ve bütçeniz kısıtlıysa tercihleriniz arasında olabilir. Tesis yarım pansiyon hizmet veriyor fiyatlar ise 2 kişi 5 gece 1000 TL civarında. Panaromik kabak koyu ve çam ormanları manzarası eşliğinde konaklamak istiyorsanız, tesisin kapısı size her zaman açık...

Kız Kulesi' nin Hikayesi / History of The Maiden' s Tower



   Kız kulesi ilk dönemlerde Atinalı General Alcibiades tarafından, İstanbul boğazındaki gemi giriş çıkışlarını kontrol altında tutabilmek amacıyla, M.Ö. 410' da deniz feneri olarak inşaa edilmiştir. Daha sonra, Bizans İmparatoru I. Manuel Komneos Kız Kulesinin deniz feneri yapısını kaleye dönüştürmüştür. İstanbul 1453 yılında Türkler tarafından fethedildiğinde, tekrar deniz feneri olarak kullanılmaya başlanmıştır. İlerleyen zamanlarda kule yangına maruz kalmış, ahşap yapısı zarar görmüştür. Dönemim Sultanı III. Ahmet, bu sefer kuleyi daha sağlam olması amacıyla, taştan yaptırmış ve ismine Kız Kulesi dediğimiz yapı günümüze kadar ulaşmıştır.

    Neden ismine Kız Kulesi diyoruz? Gerçek bir sebebi yok ama efsanelerden süregelmiş bir isim bu. Tabi kulede eski zamanlarda gerçekten bir kral kıznı hapsetmiş mi hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Tarih bize tam somut kanıtlar veremese bile, yine de böyle bir hikayenin yaşanmış olduğunu neden hayal etmeyelim ki?
   Kız kulesinin çeşitli efsaneleri var. Ama en güzeli prensesli olanı bence. Yıllar önce; babası tarafından boğazın ortasındaki Kız Kulesinde yaşamak için, bu adaya gönderilen prensesin hikayesi... Kral kulenin, konumundan dolayı güvenli olabileceğini düşünmüş. Çünkü efsaneye göre, prensess 18 yaşına geldiğinde yılan tarafından ısırılıp zehirlenecek ve ölecekmiş. Kral güvende olması için kızını Kuleye gönderiyor. Fakat kader, krallardan bile güçlü olduğunu bir kez daha kanıtlıyor... Çünkü güzel prenses; herşeye rağmen 18 yaşına geldiğinde, ona gönderilen üzüm sepetinden çıkan yılan tarafından ısırılarak zehirlenip öldürülüyor...

    Şimdilerde Kız kulesi çok lüks bir restoran. İçi her ne kadar çok büyük olmasa da, buram buram tarih ve sanat kokuyor. Alt katı restoran, üst katı ise kule bar olarak hizmet veriyor. Özel günlerinizde, davetlerinizde kuleyi kapatabiliyorsunuz. Zengin ve çeşitli menüsüyle, iyiki gelmişiz dedirtecek cinsten bir yer. Kahvaltı, öğle yemeği, brunch, akşam yemeği ne dilerseniz seçenek sunuyorlar ve nostaljik ortamda canlı müzik eşliğinde keyifle yemeğinizi yiyebiliyorsunuz. Yemekten sonra da muhteşem İstanbul manzarasına karşı içkinizi yudumlamak için, üst katı ziyaret edebiliyorsunuz. Fiyatların biraz yüksek olduğunu göreceksiniz fakat, internette zaman zaman çıkan fırsat kuponlarından yararlanıp gelebilmeniz de mümkün. Bence herkes bir kere burada olup bu atmosferde bulunmayı isteyecektir...


History books tell us that in the year 410 B.C. the Athenian commander Alcibiades built a wooden lighthouse on this island. Later, the Byzantine Emperor Manuel  I Comnenus turned the lighthouse into a fortress. When İstanbul was conquered by the Turks in 1453, it became a lighthouse again. In the eighteenth century, after it had burnt down in a fire, it was rebuilt by Sultan Ahmet III. This time it was made of stone. Today, this stone ligthouse is called ' The Maiden' s Tower'.

Why do we call the lighthouse 'The Maiden' s Tower'? There is no real reason, only a legend. Of course we do not really know if there was a maiden in prison on the island or not. History does not tell us any facts about this story. But that does not mean that it never happend. So why shoundn' t we imagine that it did? Anyway, in short legend is like this.

 'The Maiden' s Tower' is the story of a princess a long time ago who was sent to live on a small island in the Bosphorus by her father. According to local tradition, the princess' s father had heard that when his daughter reaches the age of 18 than would be bitten by snake and die, so he sent her to live on the island so that she would be safe from snakes. But Fate is more powerful even than kings...

Cause, despite everything princess bitten by a snake from comes the basket of grapes...   And today ' The Maiden' s Tower is restaurant and very luxury. Tower' s inside is not too big, but very historical and artistic. Downstairs using as restaurant and upstairs using as bar. Restaurant' s menu is very rich and various. Options available is breakfast, brunch, dinner with live musics. And after drinking a few drinks to upstairs with magnificent İstanbul view. Menu prices a little expensive than other restaurants. But who wants to feel this history in here? I think everyone...

16 Eylül 2014 Salı

Tirilye - Tirilya Bir Başkaydı...




     Bursa' nın ilçesi Mudanya yakınlarında, artık hemen hemen herkesin bildiği birazda dizilerden tanıdığı Trilya kasabası vardır. Burası eskinin köyü şimdilerin kasabası hala betonarme yapılaşmaya karşı dirençle savaşan; meydanındaki kahvesinde oturan yaşlı amcalarıyla, arnavut kaldırımlı ara sokaklarında koşup oynayan çocuklarıyla, tarih kokan sevimli bir kasaba olarak varlığını sürdürüyor. Diziler çekildi, turistler geldi gitti ama neyse ki bunların hiçbiri kasabanın öz yapısını pek bozmadı. Meydandan sahil kenarına uzanan dar yolun sırasında sabunlar, zeytinyağları, hediyelik eşyalar satan dükkanlarıyla bir de şarap tadım evi mevcut.
   Sahilinde sıra sıra çay bahçeleri, biraz iç kısımlarda balık lokantalarıyla her isteğe göre hizmet vermeye çalışıyor kasaba. Ama asıl çay, çamlı kahvede içiliyor tavşan kanı lezzetli mi lezzetli. Çamlı kahve kasabanın yüksekte kalan tepesinde bulunuyor. Her yere hakim hem kasaba, hem deniz manzarasıyla gelenlere, çayın yanında bir tutamda huzur ikram ediyor. Çamlı kahvenin olduğu yer önceden yeşillikti ve çamlar tepenin hakimiydiler. Bazen _o zaman köyken_ köyün kadınları akşamüzeri semaveri kapıp, eşlerinin tarladan dönmesini beklerken; bu çamların altında oturur, ağaçlara yarenlik ederek, muhabbetlerini burada sürdürürlermiş o zaman beri çamlı kahve buranın adı.
     Kasaba meydanına pararel bir sokakta eski rum okulu bulunuyor. Resimdeki gibi mağrur, yıllara kafa tutan bir şövalye gibi yıkılmamak için savaşmakta. Yıllardır restorasyon yapmaya yanaşmadılar. İçine girmek normalde yasak. Biz bir yerlerden yol bulup girdik. Üst katlarda alt katı gören zemin çöküntüleri var ve merdivenlerin genelde yarısı yok. Tavan kısımlarında da yer yer dökülmeler, yıkıntılar mevcut. İçerisi kırlangıçlar için korunaklı yuvalara misafirlik ediyor. Resimdeki gibi bir çok kırlangıç yuvası var cıvıl cıvıl yavrularıyla...      Buraya paralel bir kaç sokak yukarıda ise; girişleri tamamen kapatılmış sadece bahçe duvarlarında bulunan yuvarlak pencerelerinden bakabildiğimiz bir kilise var. Öylece kimsesiz bekliyor yılların geçmesini...
     Trilya eski bir Rum kasabası;  Rumca 3 aziz anlamını taşıyan Trilya kelimesi, M.S. 376' da İznik konsülünden aforoz edilerek bölgeye yerleşen papazlardan almış adını. Bir diğer isim rivayeti ise; Trilye kelimesinin latincede küçük kırmızı balık anlamına gelmesi ve köyün kıyılarında bolca barbun balığının bulunmasından dolayı bu ismin verilmiş olması yolunda.
   Şimdilerde o balıkları görmek pek mümkün değil tabiki. Kasabada kalınacak yer olarak; Trilye Kaplan Hotel, son yıllarda açılmış olan deniz kıyısındaki lüks Trilyalı Butik Otel ve bir kaç pansiyon mevcut. Eskiye nazaran artık kalınacak yer sıkıntısı çekilmiyor.
  Burada henüz çamlı kahvenin yerinde çamlar salınıyorken ve ben 6-7 yaşlarındayken bir kayboluş anım var...
Ailemle yazları, hemen hemen her hafta sonu gelirdik buraya. Onlar sahildeki çay bahçelerinde otururlardı, bende arka tarafındaki parkta oynar ya da etrafta gezinirdim.
   Tarihi mimariye olan müthiş ilgim, burada da büyülemişti beni. O dar sokaklar, iki katlı eski cumbalı evler, minik pencereler... Kendimce gezintiye çıkmıştım o dar sokaklarda. Kaldırımları eğri büğrü taşlarla kaplı yaşlı evlerin arasından, penceresindeki dantel perdelere, cam kenarlarından sarkan rengarenk sardunyalara, hayranlıkla bakarak ilerliyordum. İki sokak geçtim, kıvrılan sokaktan devam ettim. Bir kaç sokak daha ilerledikten sonra onu gördüm. Çıkmaz bir sokağın köşesinde, eski dolap çekmecelerinden bozma yuvasının önünde oturan tarçın renkli yavru köpeği...
   Hayvanları çok fazla sevdiğim için, orada onu gördüğüm an her şeyi unuttum. Yerde yatıyordu. Yanına gittiğimde, minik ıslak burnu kıpır kıpır başını kaldırdı ve kuyruğu yüreğindeki tüm sevgiyle sallanmaya başladı. İncecik boynunda dünyanın tüm yükünü çekecekmiş gibi sarılmış zincir, derme çatma yuvasına bağlanmıştı.
   Tutsak mıydı orada? Yoksa mutlu mu? Bunu kestirmek çok zordu. Tüylü kulakları uzun ve başının iki yanına sarkıyordu. Onunla bayağı oynadık, birbirimizi çok sevdik. Yanına oturup, patilerinin arasındaki küçük kemiği minik dişleriyle tutmaya, kemirmeye çalışmasını büyük keyifle izledim. Saatler geçti ve farkına bile varmadım. Sanki zaman durmuştu da sadece minik köpekle ikimiz vardık koca dünyada. Ve o tarihi çıkmaz sokak, bizim her şeyden saklanma yerimiz olmuştu. Zamana hapsolmuş ya da zaman içinde mazide takılı kalmış salınıyorduk...
   Bu sıralarda ailem çay bahçesi çalışanlarına ve sahibine haber vermiş her yerde harıl harıl beni arıyorlarmış. Kaybolduğumu, kaçırıldığımı veya kafalarında bir sürü vahim felaket senaryosu yazıp üzülüyorlarmış. Bense her şeyden habersiz küçük köpekle zaman geçirmeye devam ediyordum.
   Sokağın başında genç bir kız gördüğümde -Buldum onu diye bağırmaya başladı. Hangimizi köpeği mi beni mi? Ben kaybolmamıştım ki, sadece bu tatlı oyun arkadaşımla vakit geçiriyordum. Genç kız beni elimden tuttu, çekiştirerek sokaktan çıkarttı. Arkama dönüp baktığımda; minik köpeği kafasını yana yatırmış, kulaklarını kaldırmış oturur şekilde bana bakarken gördüm. Veda bile edememiştim...
   Ama annemleri ağlarken gördüğümde biraz fazla ileri gittiğimi anlamıştım. Çok kızdılar, söylendiler ve ağladılar...
   Arabaya binip dönüyorduk ve benim aklım hala o sokakta, o minik yavrudaydı. Çocukluk işte, ailem için üzücü bir gün olmasına rağmen ben anımlarımda güzel hatırladığım bir gün geçirmiştim...
   Her şeye rağmen görülmesi, gezilmesi gereken bu dar sokakları, bu tarihi mekanları yabana atmayalım bir kaç gün bile ayırsak gidip gezelim derim...


Fotoğraflar: Melike Eroğlu

Geçmişten Çocukluk Esintileri...

     Çocukluk yazlarını, sahil kasabalarında geçiren insanlar şanslıdır. Denizin yakınlığının verdiği huzur, az katlı binalar ve hep bir tatil havasında hissettirir. Diğer yandan ise insanı kucaklayan çam ağaçları ve zeytinlikler... Çocukken her şey daha güzel, daha alımlı görünür göze. Güneşin batışını izlerken; arkadaşlarla deniz kenarından toplanan taşları denizde kaydırarak yarıştırmak ve bisikletlerle yapılan, orman yollarındaki keşif gezileri hepsi birer efsanevi anıdır aslında.
  Orman yollarının tozlu topraklı engebeli arazilerinde, yamuk yumuk sürülen bisikletlerle yapılan o doyulması zor keşif gezileri... Kasabaya süt getiren amcanın, yol üzerindeki mütevazi ufaklıktaki çiftlik evi ve muazzam güzellikteki atı "Ateş". Tüyleri güneşte ışıldardı Ateş' in çok iri, sağlıklı, kaslı bir attı. Sütçü amca buz gibi ayran ikram ederdi bizlere ve Ateş ile övünerek, annesinin bir İngiliz yarış atı olduğunu söylerdi. Ama malesef babası safkan olmadğı için de Ateş yarış atı olamamış, hayatı boyunca muhtemelen yük ve sütlerin bulunduğu arabayı taşımıştı.
  Sütçü amcanın birde köpeği vardı. İri siyah beyaz, kısa tüylü bir köpek. Bizim peşimizden koşarak, yolun yarısına kadar bize yol arkadaşlığı yapar, kendi bölgesi bitince, bir kaç havlayıştan sonra boynu bükük geri dönerdi.
   Arkadaşlarla hazırlanıp gidilen tatlı piknikler, çocukça muhabbetlerde cabasıydı. Şimdiki çocukluk oyunlarından daha yaratıcı olarak oynanan, teknolojinin tuzağına düşmemiş ilginç fikirlerde vardı tabii.
   Akşamları evlerin etrafında oynanan saklambaç oyunları, en eğlenceli klasiklerden biriydi. Bahçe duvarından sarkan asmaların yere uzanıp, içinde çadır gibi boşluk oluşturduğu bir köşe vardı ki; en gözde saklanma yerlerindendi. Sitedeki evlerin arka taraflarında dolaşılıp, uygulanmaya çalışılan şaşırtmaca taktiklerimiz vardı.
   En sevdiğim ise; sitenin en uç arka bölümündeki çim alanda sırtımı duvara dayayıp oturarak, gökyüzünü izlemekti oyun esnasında. O kısacık zaman diliminde; dolunay ve etrafında muhafızları gibi duran yıldızlar, kimbilir neler fısıldarlardı bana. Siyah bir kadifenin üzerine gelişi güzel saçılmış bir avuç elmas gibi parıldar, kendi aralarında yanıp sönerek şakalaşırlardı adeta. Bunlara dalıp gitmişken kim oyunda ebe olmuş, kim sobelemiş pekte umursamazdım açıkçası. Biraz hayalci yanım, biraz da dizginlenemez macera tutkum vardı sonuçta.
   Yazın bir diğer olmazsa olmazı da dondurmalardı. Hiç unutmuyorum iki tane, çift çubuklu birbirine yapışık turuncu, pembe renklerde ikiz buzlu dondurmalar vardı. Onlardan iki arkadaş bir tane alır; paketten çıkan siyam ikizi dondurmayı cerrah titizliğiyle ayırır, iki tane ayrı dondurma elde edip yiyerek kar etmiş olmanın çocukça mutluluğuyla sevinirdik. Çocuklukta muazzamdır sahil kasabaları. Deniz kenarında büyüyen çocuklar imkânı yok, ilerde denizsiz şehirlerde mutlu olamazlar. Kah martı sesi ararlar yakınlarda, kah denizin tuzlu kokusunu.
   Sonraları o çocuklar büyüyüp; o sahil kasabaları kötü kalpli müteahhitlerin hedef tahtası haline gelerek, betonarme yapılara kurban gitse de oralarda bir yerlerde bırakılan o çocukluklar, o efsanevi anılarda hala yaşıyor olacak ve kimbilir deniz kenarlarında gün batarken o tatlı gülüşleri hala duyulacak...

  Çocukluğunu özleyen herekese kucak dolusu selam olsun...


Fotoğraflar: Melike Eroğlu