16 Eylül 2014 Salı

Tirilye - Tirilya Bir Başkaydı...




     Bursa' nın ilçesi Mudanya yakınlarında, artık hemen hemen herkesin bildiği birazda dizilerden tanıdığı Trilya kasabası vardır. Burası eskinin köyü şimdilerin kasabası hala betonarme yapılaşmaya karşı dirençle savaşan; meydanındaki kahvesinde oturan yaşlı amcalarıyla, arnavut kaldırımlı ara sokaklarında koşup oynayan çocuklarıyla, tarih kokan sevimli bir kasaba olarak varlığını sürdürüyor. Diziler çekildi, turistler geldi gitti ama neyse ki bunların hiçbiri kasabanın öz yapısını pek bozmadı. Meydandan sahil kenarına uzanan dar yolun sırasında sabunlar, zeytinyağları, hediyelik eşyalar satan dükkanlarıyla bir de şarap tadım evi mevcut.
   Sahilinde sıra sıra çay bahçeleri, biraz iç kısımlarda balık lokantalarıyla her isteğe göre hizmet vermeye çalışıyor kasaba. Ama asıl çay, çamlı kahvede içiliyor tavşan kanı lezzetli mi lezzetli. Çamlı kahve kasabanın yüksekte kalan tepesinde bulunuyor. Her yere hakim hem kasaba, hem deniz manzarasıyla gelenlere, çayın yanında bir tutamda huzur ikram ediyor. Çamlı kahvenin olduğu yer önceden yeşillikti ve çamlar tepenin hakimiydiler. Bazen _o zaman köyken_ köyün kadınları akşamüzeri semaveri kapıp, eşlerinin tarladan dönmesini beklerken; bu çamların altında oturur, ağaçlara yarenlik ederek, muhabbetlerini burada sürdürürlermiş o zaman beri çamlı kahve buranın adı.
     Kasaba meydanına pararel bir sokakta eski rum okulu bulunuyor. Resimdeki gibi mağrur, yıllara kafa tutan bir şövalye gibi yıkılmamak için savaşmakta. Yıllardır restorasyon yapmaya yanaşmadılar. İçine girmek normalde yasak. Biz bir yerlerden yol bulup girdik. Üst katlarda alt katı gören zemin çöküntüleri var ve merdivenlerin genelde yarısı yok. Tavan kısımlarında da yer yer dökülmeler, yıkıntılar mevcut. İçerisi kırlangıçlar için korunaklı yuvalara misafirlik ediyor. Resimdeki gibi bir çok kırlangıç yuvası var cıvıl cıvıl yavrularıyla...      Buraya paralel bir kaç sokak yukarıda ise; girişleri tamamen kapatılmış sadece bahçe duvarlarında bulunan yuvarlak pencerelerinden bakabildiğimiz bir kilise var. Öylece kimsesiz bekliyor yılların geçmesini...
     Trilya eski bir Rum kasabası;  Rumca 3 aziz anlamını taşıyan Trilya kelimesi, M.S. 376' da İznik konsülünden aforoz edilerek bölgeye yerleşen papazlardan almış adını. Bir diğer isim rivayeti ise; Trilye kelimesinin latincede küçük kırmızı balık anlamına gelmesi ve köyün kıyılarında bolca barbun balığının bulunmasından dolayı bu ismin verilmiş olması yolunda.
   Şimdilerde o balıkları görmek pek mümkün değil tabiki. Kasabada kalınacak yer olarak; Trilye Kaplan Hotel, son yıllarda açılmış olan deniz kıyısındaki lüks Trilyalı Butik Otel ve bir kaç pansiyon mevcut. Eskiye nazaran artık kalınacak yer sıkıntısı çekilmiyor.
  Burada henüz çamlı kahvenin yerinde çamlar salınıyorken ve ben 6-7 yaşlarındayken bir kayboluş anım var...
Ailemle yazları, hemen hemen her hafta sonu gelirdik buraya. Onlar sahildeki çay bahçelerinde otururlardı, bende arka tarafındaki parkta oynar ya da etrafta gezinirdim.
   Tarihi mimariye olan müthiş ilgim, burada da büyülemişti beni. O dar sokaklar, iki katlı eski cumbalı evler, minik pencereler... Kendimce gezintiye çıkmıştım o dar sokaklarda. Kaldırımları eğri büğrü taşlarla kaplı yaşlı evlerin arasından, penceresindeki dantel perdelere, cam kenarlarından sarkan rengarenk sardunyalara, hayranlıkla bakarak ilerliyordum. İki sokak geçtim, kıvrılan sokaktan devam ettim. Bir kaç sokak daha ilerledikten sonra onu gördüm. Çıkmaz bir sokağın köşesinde, eski dolap çekmecelerinden bozma yuvasının önünde oturan tarçın renkli yavru köpeği...
   Hayvanları çok fazla sevdiğim için, orada onu gördüğüm an her şeyi unuttum. Yerde yatıyordu. Yanına gittiğimde, minik ıslak burnu kıpır kıpır başını kaldırdı ve kuyruğu yüreğindeki tüm sevgiyle sallanmaya başladı. İncecik boynunda dünyanın tüm yükünü çekecekmiş gibi sarılmış zincir, derme çatma yuvasına bağlanmıştı.
   Tutsak mıydı orada? Yoksa mutlu mu? Bunu kestirmek çok zordu. Tüylü kulakları uzun ve başının iki yanına sarkıyordu. Onunla bayağı oynadık, birbirimizi çok sevdik. Yanına oturup, patilerinin arasındaki küçük kemiği minik dişleriyle tutmaya, kemirmeye çalışmasını büyük keyifle izledim. Saatler geçti ve farkına bile varmadım. Sanki zaman durmuştu da sadece minik köpekle ikimiz vardık koca dünyada. Ve o tarihi çıkmaz sokak, bizim her şeyden saklanma yerimiz olmuştu. Zamana hapsolmuş ya da zaman içinde mazide takılı kalmış salınıyorduk...
   Bu sıralarda ailem çay bahçesi çalışanlarına ve sahibine haber vermiş her yerde harıl harıl beni arıyorlarmış. Kaybolduğumu, kaçırıldığımı veya kafalarında bir sürü vahim felaket senaryosu yazıp üzülüyorlarmış. Bense her şeyden habersiz küçük köpekle zaman geçirmeye devam ediyordum.
   Sokağın başında genç bir kız gördüğümde -Buldum onu diye bağırmaya başladı. Hangimizi köpeği mi beni mi? Ben kaybolmamıştım ki, sadece bu tatlı oyun arkadaşımla vakit geçiriyordum. Genç kız beni elimden tuttu, çekiştirerek sokaktan çıkarttı. Arkama dönüp baktığımda; minik köpeği kafasını yana yatırmış, kulaklarını kaldırmış oturur şekilde bana bakarken gördüm. Veda bile edememiştim...
   Ama annemleri ağlarken gördüğümde biraz fazla ileri gittiğimi anlamıştım. Çok kızdılar, söylendiler ve ağladılar...
   Arabaya binip dönüyorduk ve benim aklım hala o sokakta, o minik yavrudaydı. Çocukluk işte, ailem için üzücü bir gün olmasına rağmen ben anımlarımda güzel hatırladığım bir gün geçirmiştim...
   Her şeye rağmen görülmesi, gezilmesi gereken bu dar sokakları, bu tarihi mekanları yabana atmayalım bir kaç gün bile ayırsak gidip gezelim derim...


Fotoğraflar: Melike Eroğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder